Terbiyeli Sebze Çorbası


Tatilden dönüyorduk, Duruş sekiz aylık flndı, yemek yemek için durduk, acık bir alanda restorantlar vardı, ama ek gıdaya yeni yeni geçiş yapan Duruşa göre birşey bulamadım, en iyisi sebze çorbasıdır diye düşündüm, aaa Duruş bayıldı. Dönünce de internetten bulabildiğim birkaç tarifi karıştırarak, ona yakın bir tarife ulaştım.
Kemik, olmadı hindi boğazı, en son seçenek tavuk haşlanır bir müddet.
İçine birkaç renkli sebze kombinasyonu eklenir ki benim favorim, kereviz- havuç- patates tir. (kabak, kapya biber, enginar vs. de olabilir, maksat birkaç renkli olsun)
Önemli detay, önce bıçakla ya da aşağıdaki gibi bir jülyen bıçağıyla kibrit çöpü kalınlığında doğranır sebzeler, sonrada küp şeklinde doğranır, yani çok minik renkli küpler olur. Sarımsaklar çok minik doğranır.
Onlar da yarı pişmiş et suyunun içine eklenir, bir bütün soğan, çorba pişince içinden çıkarılmak üzere bırakılır. Tuz, kara biber eklenir.
Pişene kadar kaynar.
Bir kasede, yoğurt, un, yumurta sarısı ve yarım limon, karışır, pişip ılıklaşmış olan çorbayla bütünleşir, bir taşım kaynar, sosla birleşir.
Ölçüsüz yaparım, ölçüsüz severim bu ekşi çorbayı. hastayken, sıcak içerseniz, gevşersiniz, bıyıklarınız terler boncuk boncuk, çıkar gider mikroplar, virüsler, bana da dua edersiniz :)
Afiyet olsun...

Devamını Oku »

İNTO THE WİLD (olmaz olsun böyle evlat)


Dün istirahatteydim, evde, vakit var, çocuk okulda, film izliyim dedim, demez olaydım, daha çok hasta etti beni bu film. Amerikalı ergen, sen fonda biriken eğitim paranı bağışla, cebindeki parayı yak, düş yollara. Neymiş, ailesinde sorunlar varmış, neymiş efendim, para çokmuş ta huzur yokmuş, Alaskaya gidecekmiş, doğada yaşayacakmış, babababbbbaaa baaaaa!!! Gene sinirlendim, sonunu da yazıcam bu gazla şimdi... Yani çocuk farklı, tamam, istemiyor, kariyerini de, sistemini de... İyi de bu aile, kardeş, ne oldu şimdi? Sen niye önlemini almıyosun maceralara atılırken? Wallahi çok kızdım. Ama seyredilmeli yine de, Sean Pean çekmiş bi kere, based on the true story, ikiii, çok etkiliyor kabul etmek lazım üüüççççç.....

Kardeş arkadaş katılımlı bloğumuza da bekleriz, dööörrrttt...
http://seyreyledik.blogspot.com/

Devamını Oku »

Titrerim, baktıkça istikbalime...


Bayram harçlıklarını, eğitimine yatırım yaparak! değerlendirdi. Bu arada da tüm reyonu karıştırıp, bi sürü kitabın yerini değiştirdi, bi sürüsü de masanın üstünde bırakıldı, çalışanlar arkamızdan küfür etse yeriydi yani. Benim önerdiklerimi, kapağına bakmaksızın reddetti, kendi seçimlerini yaptığının iyice anlaşılması telaşı içinde, ben gösterdiğimde, hemen dönüp 'hayır bu daha güzel' diye en yakınındakini kucaklayıverdi...Sabahları o uyurken hazırladığım kıyafetleri de elinin tersiyle itip kendisi birşeyler bulmaya çalışıyor, bazen saygı duyuyorum bazen duyamıyorum, müdehale ediyorum. En son kırmızı diz< altı çorap için mücadele ettik
-üstünde kırmızı bile yok, çok uyumsuz oldu! dedim,
-ben uyumlu giyinmek istemiyorum! dedi. Gelde katıla katıla gülme şimdi. Geçen akşam babası, aldığı boyaları kırdı diye söylendi
-ben senden boya istememiştim ki! dedi ve çok soğukkkanlıydı. Babası da sert yüz ifadesini bozmamamk için çaba sarfetti ama başarılı olamadı. Umarım 'neden beni dünyaya getirdiniz, ben sizden bunu istememiştim ki' cümlesini kurmaz bi gün günlük, o zaman da bu kadar gülebileceğimizi hiç sanmıyorum!!!

Devamını Oku »

Korkunç bir kısa film...

Bayramın ikinci günü, akşam gezme dönüşü, Ferhatın yeğeni, ki Hüseyin adı, bizi kapıdan bıraktı, o arada annemin kapıda beslediği üç yavru kediden koyu renklisi, arabanın altına girdi, motor sesini duyunca çıkar diye düşündük, hep öyle oldu bu güne kadar, ama bu sefer kaçmamış olacak ki, araba çıkarken yerde kafasından kanlar akan yavruyu bulduk. Aylinle panik içinde eve koştuk, Duruyu anneme teslim edip ferhata gazete, vs. attık balkondan, Ferhat, defnetti rahmetliyi, anneme bahsetmeme kararı aldık, yukarı kaçtık. Hüseyin yıkıldı, kız arkadaşı ağlarken, binip yola devam ettiler.
Ertesi sabah, balkondan bahçeye doğru eğildim, anne kediyle gözgöze geldik, ağzını açıp inler gibi sesler çıkardı bana gözlerini dikip, yavrusunu sorduğuna eminim, içeri kaçtım yine.
Öğleden sonra, tepsimizle bahçeye çıktık, Duruş'a yemek yedirirken, annem de çiçekleri suluyordu, birden bana dönüp
-küçük kara yavruyu rüyamda gördüm, alnından kanlar akıyordu, şimdide yok ortalarda, bişey oldu kesin! dedi. Annemin 'malum olan' rüyaları zaten ayrı bir post olur. Boş boş bakabildim sadece, doğruyu söylemekte, yalan söylemekte işime gelmedi o an, Duruş ta yanımızdaydı...
Akşam rüyayı dinleyen Ferhat, etkilenip, sessizlik kararımızı bozup anlatmış telefonda anneme.

Ertesi gün, çok sevdiğimiz aile dostumuz Gülveren ailesi, bayram ziyaretine geldiler, akşam çıkarlarken yine Hüseyin isimli aile reisi, geri geri inip 'haydi iyi bayramlaaarrr, iyi akşamlaaaaarrr' derkennn, diğer sarı yavrunun üstüne basıp malesef hayvancağızı ezdi. Annemin avcunda son nefesini verdi ikinci yavru. Onuda defnettik. Geriye kaldı bir yavru. Şu an yaşıyor, annesinin sütüne tek başına sahip olmanın sevinci içinde...
Hüseyin abi çok zor atlatmış, gece uyuyamamış,' o ses' aklından çıkmıyormuş...
Üzgünüz...

Devamını Oku »

İki kısa günden kalan...

2011-09-10 002
Hafta sonu için yaz bitmeden birşeyler yapalım dedik. Ağva-şile arasında akçakese köyünde bir yer bulduk netten. Cumartesi sabah düştük yola, kahfaltıda ilk ağlamalar, yanlız gidip hayvanlara bakmak istememediği içindi. 'Orda arılar da varrrr, üühüüüüüü' Sonra arabada, 'neden kaplumbağaya bakmak için durmadıııkkk' mızmızlıkları, kahfaltıyı acil durum poşetine püskürtmeler, 'daha çok varmı? ne kadar var? gelmedikmi hala? deniz nerdeee? soruları eşliğinde sabırsız bir yolculuktan sonra, yüzü gülmeye başladı, denize, suya kavuşunca neşesi geri geldi Duruş hanımın.
page
Bungalowumsu küçük evler var, Duruş küçük yatağı gözüne kestirdi, 'ben burda yatıcammm' dedi peki öylemi yaptı?
-hayır tabiki! Gece 'anne korkuyorummm, anne üşüyorummmm' babayı attık küçük yatağa, yerleştik çift kişiliğe.
Ev minicik kutu! gibi tahtadan, uzun uzun kalamam ama birkaç gecelik idare edilebilir. Giderek bünyeye yerleşen hijyen takıntıları, börtü böcek fobileri, kumdur tozdur rahatsızlıkları daha fazlasını kaldırmaz sanıyorum.
2011-09-10 019
2011-09-10 035
2011-09-10 098
Duru çok sevdi, çok eğlendi, özgürce anlamsız ne kadar hareket varsa yaptı, sakin sessiz bir yer oluşu da ayrıca hoşumuza gitti. Deniz temizdi. Akşam yemeği bizi çok şaşırttı, 'yakın yerler'de kazıklanmaya alışkın olduğumuz için, bol çeşit ve lezzetli zeytinyağlılar, ızgaralar, arkasından başlayan fasıl, beklentimizin üstündeydi.
2011-09-10 140
2011-09-10 182
2011-09-10 221
2011-09-10 274
2011-09-10 282
2011-09-10 286
2011-09-10 386
2011-09-10 397
2011-09-10 416
2011-09-11 009
2011-09-11 034
2011-09-11 081
Pazar öğlenden sonra çıkarız diye düşünüyorduk ama sahil tamamen boşaldıktan sonra en keyifli saatler başladı, Duru kumlarda ilginç figürlerle ve çok keyif alarak yuvarlanıyordu, dalga sesleri derken bir tatlı rehavet içinde sakin bir boşluk duygusuyla tadını çıkarıp uzun uzun vakit geçirdik, güneş batarken yola düşebildik.
Tadı damağımızda hala...
2011-09-11 064

Devamını Oku »

SU ...

Bende dehşete düştüm, pazar günü F.Altaylının yazısını okuyunca. O sırada dışarda yemek yiyorduk, masaya baktım birkaç tane pet şişe var, Duru birini yarısına kadar içmiş bile. Sigaradan daha zararlı oluşu kanımı dondurdu. Ferhata okuttum, uzun uzun da konuştuk ama çözümü çok kolay olmayan bir sorun, hele ki geldiğimiz şu noktada. Kötü haberler;

- Çeşmeden şebeke suyu içmeye alışıp bir kaç ay devam ettmiştim, ama kocam hiç hoşlanmamıştı bu fikirden, belki aldığımız bir çok depozitolu damacana sudan temizdi şebeke suyu, içerdiği mikrobu diş fırçalarkende, yıkadığımız meyve sebzeyle de alıyorduk zaten ancak, bizim oturduğumuz sitenin ve su depolarının, tesisatın eski oluşu, ekstra bakteri üretebilirdi, ki kendisi bizzat ne kadar paslı, yosunlu olduğunu görmüştü depoların.

-Arıtma cihazları var, ama Erkan Topuz, magnezyumdan feragat ederseniz kullanın diyor.

-Kaynatabiliriz ama vücuda yararlı mineraller uçup gidiyor.

-Cam depozito kullanımı yaygınlaşacak gibi görünüyor, ancak, deterjanla temizlenen depozitolu şişeler yeteri kadar durulanmadığından, bu seferde deterjan içmemiz sözkonusu. Üstelik bende iyi biliyorum ki, evde buzdolabı için kullandığım su ve kaynattığım meyve sularını sakladığım cam şişelerinin temizliği gerçekten sorun. Küçük bir ağzı var, derin şişenin içine biberon temizleyiciler de yeterli olmuyor, kaynatmak için şişelerin formu müsait değil vs. Sıcak deterjanlı suyla çalkalayıp, iyi duruluyorum ama dışarıdan alacaklarımız için bu çabanın sarfedileceğini sanmıyorum.

-Cam şişede depozitosuz, Pınar sular var, ancak, cam ağır bir madde, taşımak çok kolay değil, bu suları her market satmıyor, alışveriş merkezlerinde, büyük marketlerde var, genişleyen ailemizi de düşünerek, taşımanın çok kolay olmayacağını düşünüyorum. Maliyet boyutu da var tabii, pet şişelerden, daha pahalı.

-Ulaşılabilecek su kaynakları var hala, İstanbul'dan biraz uzaklaştığınızda görmeye başlarsınız, yol kenarlarında, sürekli akan çeşmeler vardır, suyumuz hiç bitmeyecek gibi, boşuna akar gece gündüz. Buralardan bidonlara doldurup depolayanlarda var, ama her çeşme için bir su ölçümü yapılmıyor, ne kadar temiz, doğal olduğu bilinmiyor, tadı doğal gelsede.

Ama'lar çok, nasıl bu hale geldik, tek çözüm havası suyu temiz bir yere kaçıp yerleşmek gibi geliyor, çocuklar için hiç değilse, peki, okul, hastane, iş güç, bunlar nasıl halledilir?


Şimdilik yapabileceklerimiz bana göre;

- Cam damacana edinip, depozitosuz damacana suyu tarihine bakarak satın almak ve eve girdiği anda suyu bekletmeden cam damacanaya transfer etmek.

-Hiç değilse çocuklar için zorluğuna ve maliyetine katlanıp depozitosuz cam şişe su almak, dışarı çıkarken yanımızda bu şişeleri taşımak, dışarda da mümkün olduğu kadar bu şişeleri istemek. Özellikle 0.5 lt. pet şişelerden uzak durmak. ( bir senelik kullanma tarihi olduğunu, satılan yerlerde güneş ışığına maruz kaldığını, ısınıp soğutulduğunu düşünerek)


Umarım bunları bir gün hava için de düşünmek zorunda kalmayız...

Devamını Oku »

İki İzmir...

İzmir hakkında yazılmış iki kitabı arka arkaya alıp okumam tesadüf eseri oldu, çok ta iyi oldu, bir Türk ve bir Rum yazarın neredeyse aynı dönemlere denk gelen İzmir yorumlarını karşılaştırma fırsatı verdi bana bu tesadüf. Boşuna mı 'edebiyat tesadüfleri sever!' buyurmuş atalarımız...

Rodos'tan Karşıyaka'ya, Nuran'ın Rodosta başlayıp İzmirde sona eren hayatından uzun bir kesit. Rodosta geçen yıllar, çoğumuzun hayali gibi, tertemiz, bereketli, deniz, doğa, insanlar... Dert yok tasa yok, herkes mutlu, birbirini seviyor. Sonra 2. dünya savaşı ve İtalyan işgali başlıyor ve inanılmaz bir açlık, insanların ölmemek için doğada kalan son yiyecek olan salyangoz ve kurbağaları toplarken birbiriyle yarıştığı günler, gökyüzünde kuş bile kalmamış, cennet gibiyken yaşanmaz hale gelmiş adayı terkedip kaçmak zorunda kalan, Marmaris'ten Türkiye'ye geçiş yapan, İzmir'e yerleşen, yine yokluklarla mücadele ederek, üç çocuğuna yüksek tahsil yaptırma hayalini gerçekleştiren bir ailenin hikayesi...
Çok yalın anlatımıyla, yokluk yıllarında bile İzmirin güzelliklerini, Karşıyaka'nın hayranlık uyandıran komşuluk ilişkilerini, çocukların huzurlu, özgür hallerini, benim gibi bir apartman çocuğunun anlayamayacağı, kimi zaman da okurken sıkılacağı kadar ayrıntılı anlatmış yazarları, neler kaçırdığımızı görelim diye belki...

İzmir büyücüleri tamamen farklı bir eksende. Kapadokyada başlıyor, rum anne ve kızı Katina, İzmir'e göç etmek zorunda kalıyor, burada tanıştıkları, büyü yeteneği ve öngörüleri çok gelişmiş, bu tür yetenekleri olanların 'annesi' Attarti anayla birlikte hayatlarını şekillendiriyorlar. Katina çirkin bir kadın ama hayatı boyunca 5 çok zengin adamla evleniyor, tabi büyülerinin yardımıyla. İzmirin huzurlu ve savaşın yıprattığı yıllarını yaşıyor, hep istediğini elde etsede son dönemlerinde biraz huzursuz, Yunanistan'a dönüş yapıyor Katina. Çok sürükleyici , hiç oyalanmadan konudan konuya geçiyor, bazen kopuk bile geliyor, çevirideki hatalar da dikkatten kaçacak gibi değil, sıkmıyor konusu, ama kitabın içinde, büyü vs. tarifi yok, hayal kıırıklığına uğratmasın okuyanı.

İki kitabı karşılaştırırsak, İzmir büyücülerinde yer yer açık biçimde İzmir'de yaşarken Türkleri beğenmeyip, neredeyse rahatsız olan azınlıklar, Türklerle ilgili hakarete varan kötü tasfirler var. Yaşadıkları yerlerin pis olduğunu, Türk kadınlarının çirkinliği betimleyen, hep çarşafların peçelerin içinde olduklarını, evlerde perdelerin arkasından bütün gün sokakları gözetlemekten başka birşey bilmediklerini anlatan bölümler tabiki okurken insanı incitiyor. Rum ve Ermenilerin ince zevkleri, estetik tutkuları, zenginlikleri, güzel, bakımlı rum kadınları da ayrıntılı olarak sık sık hatırlatılıyor. Okurken rahatsız olsam da bu güne kadar gördüğüm bütün adalarda terkedilmiş bile olsa, Rum köylerinin çok daha düzenli, sağlam, boyalı evleri, çiçekli bahçeleri ve özenli yaşam alanlarıyla, Türk köylerinden daha hoş göründüğünü hatırlıyorum.
Sonra savaşta ya da barışta, ezilen yokluk çeken, hep azınlıklardan daha çok çalışıp daha az kazanan ve onlara tanınan imtiyazlara sahip olamayan, 'kendi yurdunda sürgün' insanımızın bu kadar mücadele arasında estetik kaygılara fırsat bulamıyor olmasını anlayabiliyor ve fikrimi yine değiştiriyorum,
Son olarak ta Türk yazarın 'bütün azınlıklar ve Türkler, barış içinde, mutlu yaşardı' yaklaşımının, Rum yazarın 'türk mahallelerinden geçmeye bile korkardık, pis ve tehlikeliydi' şeklindeki anlatımının yanında , iyi niyetli ve zarif durduğunu, bunun da iki kültür arasındaki farkı ortaya koyduğunu düşünmek istiyorum...

Devamını Oku »

Örtümüz bittiiii...

IMG_6467

IMG_6460

Annemin tığla ördüğü el örgüsü patchworkleri daha önce eklemiştim. Burdalar.Ayline ve bir de bir aile dostumuza hediye yapmıştı, çift kişilik yatak örtüsünden. Duruşa da bebek battaniyesi. Bu da benimki. Modelini ve renklerini ben seçtim ama öncekilere göre daha sık , örmesi daha zor ve uzun sürdü. 'Nerde zor olanı pahalısı varsa onu istersin zaten' dedi yaparkende :) Biraz puzzle gibi modeli ama çok güzel oldu, eline sağlık annemin...

Devamını Oku »

Bayramdann bayramaaa...




Bayramın ilk günü sabah, Duruşla İst'a aktık yine. İki gündür ayrı kalmıştık, bi evimize gidelim, temizliğimizi yapalım, sonra bayramda geri gelelim ki iki günde olsa, özlenelim, bayramlaşmanın tadı olsun, demiştik :) Yollar boştu, yer yer terkedilmiş bölge izlenimi veriyordu ki, böyle görmeyeli İst.u uzun zaman olmuştu. İkinci günü de Ortaköye gitmek istedik, ama çokkk kalabalıktı bu taraflar...
Duruş çekti bu fotoyu, bence çok başarılı, tabi okuyan anneler, bu da manzara fotoğrafımı, benim çocuk daha sanatsalını çeker! diyebilir ama herkesin çocuğu kendine dahi, napalım...

Oyna desen, oynamaz, canı isterse, yer ve zaman dinlemez, babası da farklı değil, koskoca adam, bunu hep yapıyor bunlar...


Duruşa son gece elbise bakmaya çıkabildim. Gün boyunca
-anne ne zaman alış-veriş merkezine gidicez, anne akşam ne zaman olucak, ne zaman işin biticek? tacizlerine maruz kaldım, üstelik kafasında bir de elbise modeli belirlemişti
-bööyle askısızzz, memişli (straplez demeye çalışıyor! bir de el kol hareketleriyle tarif edişini görmelisin günlük) kırmızıııı, üstünde kelebekler olannnn... şeklinde bir tasarım yapmış kendince. Ama çıta da çok yüksek, yani rengini tutturduk hadi, kelebekleri nasıl konduralım, straplez? düğüne gider gibi!
Sonunda fazla aramadan ilk baktığım yerdeki elbiseyi ben beğendiğim için almaya karar verdim, tabi hiç hoşuna gitmedi, hayallerindekine göre çok sade bir kostüm oldu,
-giymem ben bunu, alma, istemiyorummm!!! tehditlerini savurdu, bende hem aldım, hem biraz üzüldüm, istemediği şeyleri giymeye zorlayan bir ebebeyinim işte bende nihayetinde. Kendi anne-babamın zamanında bana, mutlaka haklı olarak yaptıkları, benimde o zaman çok bozulduğum dayatma bu yaptığım . Yine de bayramda giyerken bunları unuttu, neşeylee hazırlandı, birde 'elbisen çok güzelmişşş, çok güzel olmuşsunnn' komplimanlarını toplayınca, daha da hoşuna gitti, bende mutlu oldum, rahatladım...





Ojesiz gezmez olduk. bende okul başlayana kadar ses çıkarmıyorum. Tamam hoşuma gidiyor, ojelerini temizleyip yenisini sürmek falan. Alışverişe çıkarken yanıma koşup
-anne seenin parlatman var ya, ondan sürebilirmiyim, çok azcık amaaaa! diye dudakları büzüp, gözleri yere indirip, kafaya 45' lik açı verip dudak parlatıcılarıma göz diktiğinin sinyallerini verdiğinde, buna da karşı koyamadım. Tamam dedim, çok azcıkkk... mini minnacık ama günlük! Hem Suri gibi şımartıp süse püse boğmuyoruz ki biz canım! Sonra da beni göz kalemiyle uğraşırken onu da istedi tabii. Aslında benim de değişmez makyajım kalem-parlatıcıdan ibarettir, bu bile ilgisini çekiyor anlaşılan. Hayır tabiki kalem çekmedim gözlerine, aşkolsun günlükçüm.
-çocuklar makyaj yapmaz, istersen büyüdüğünde yaparsın. dedim, kapandı konu.
Ertesi gün arabada,
-anne yolda çocuk gördümmm, makyaj yapmıştı, kalem bile sürmüştüüüü, ama küçüktüüü!!! diye, beni ikna etmeye çalıştı, inandırıcı gelmedi,
-serap görmüşsündür! dedim.
Neyse okulda başlıyor, bu konuyuda unuturuz gibime geliyor, bakalım...

Devamını Oku »