İzmir hakkında yazılmış iki kitabı arka arkaya alıp okumam tesadüf eseri oldu, çok ta iyi oldu, bir Türk ve bir Rum yazarın neredeyse aynı dönemlere denk gelen İzmir yorumlarını karşılaştırma fırsatı verdi bana bu tesadüf. Boşuna mı 'edebiyat tesadüfleri sever!' buyurmuş atalarımız...
Rodos'tan Karşıyaka'ya, Nuran'ın Rodosta başlayıp İzmirde sona eren hayatından uzun bir kesit. Rodosta geçen yıllar, çoğumuzun hayali gibi, tertemiz, bereketli, deniz, doğa, insanlar... Dert yok tasa yok, herkes mutlu, birbirini seviyor. Sonra 2. dünya savaşı ve İtalyan işgali başlıyor ve inanılmaz bir açlık, insanların ölmemek için doğada kalan son yiyecek olan salyangoz ve kurbağaları toplarken birbiriyle yarıştığı günler, gökyüzünde kuş bile kalmamış, cennet gibiyken yaşanmaz hale gelmiş adayı terkedip kaçmak zorunda kalan, Marmaris'ten Türkiye'ye geçiş yapan, İzmir'e yerleşen, yine yokluklarla mücadele ederek, üç çocuğuna yüksek tahsil yaptırma hayalini gerçekleştiren bir ailenin hikayesi...
Çok yalın anlatımıyla, yokluk yıllarında bile İzmirin güzelliklerini, Karşıyaka'nın hayranlık uyandıran komşuluk ilişkilerini, çocukların huzurlu, özgür hallerini, benim gibi bir apartman çocuğunun anlayamayacağı, kimi zaman da okurken sıkılacağı kadar ayrıntılı anlatmış yazarları, neler kaçırdığımızı görelim diye belki...
İzmir büyücüleri tamamen farklı bir eksende. Kapadokyada başlıyor, rum anne ve kızı Katina, İzmir'e göç etmek zorunda kalıyor, burada tanıştıkları, büyü yeteneği ve öngörüleri çok gelişmiş, bu tür yetenekleri olanların 'annesi' Attarti anayla birlikte hayatlarını şekillendiriyorlar. Katina çirkin bir kadın ama hayatı boyunca 5 çok zengin adamla evleniyor, tabi büyülerinin yardımıyla. İzmirin huzurlu ve savaşın yıprattığı yıllarını yaşıyor, hep istediğini elde etsede son dönemlerinde biraz huzursuz, Yunanistan'a dönüş yapıyor Katina. Çok sürükleyici , hiç oyalanmadan konudan konuya geçiyor, bazen kopuk bile geliyor, çevirideki hatalar da dikkatten kaçacak gibi değil, sıkmıyor konusu, ama kitabın içinde, büyü vs. tarifi yok, hayal kıırıklığına uğratmasın okuyanı.
İki kitabı karşılaştırırsak, İzmir büyücülerinde yer yer açık biçimde İzmir'de yaşarken Türkleri beğenmeyip, neredeyse rahatsız olan azınlıklar, Türklerle ilgili hakarete varan kötü tasfirler var. Yaşadıkları yerlerin pis olduğunu, Türk kadınlarının çirkinliği betimleyen, hep çarşafların peçelerin içinde olduklarını, evlerde perdelerin arkasından bütün gün sokakları gözetlemekten başka birşey bilmediklerini anlatan bölümler tabiki okurken insanı incitiyor. Rum ve Ermenilerin ince zevkleri, estetik tutkuları, zenginlikleri, güzel, bakımlı rum kadınları da ayrıntılı olarak sık sık hatırlatılıyor. Okurken rahatsız olsam da bu güne kadar gördüğüm bütün adalarda terkedilmiş bile olsa, Rum köylerinin çok daha düzenli, sağlam, boyalı evleri, çiçekli bahçeleri ve özenli yaşam alanlarıyla, Türk köylerinden daha hoş göründüğünü hatırlıyorum.
Sonra savaşta ya da barışta, ezilen yokluk çeken, hep azınlıklardan daha çok çalışıp daha az kazanan ve onlara tanınan imtiyazlara sahip olamayan, 'kendi yurdunda sürgün' insanımızın bu kadar mücadele arasında estetik kaygılara fırsat bulamıyor olmasını anlayabiliyor ve fikrimi yine değiştiriyorum,
Son olarak ta Türk yazarın 'bütün azınlıklar ve Türkler, barış içinde, mutlu yaşardı' yaklaşımının, Rum yazarın 'türk mahallelerinden geçmeye bile korkardık, pis ve tehlikeliydi' şeklindeki anlatımının yanında , iyi niyetli ve zarif durduğunu, bunun da iki kültür arasındaki farkı ortaya koyduğunu düşünmek istiyorum...